30 Nisan 2012 Pazartesi

Ben Bir Oyun Gördüm Oyun İçinde

Sen çocukken ya da ergenliğe girdiğinde hiç tiyatroya gittin mi?
Ben hiç tiyatroya gitmedim hep tiyatrolar bize geldi.

İstanbul'un İstanbul'dan uzak bir köyünde yaşıyorduk. Kızlar tek başına 20 kilometre öteye bile gidemezdi en azından bizim yaşımızdakiler. Bu sebeple ara ara okula, sahilin karşısında ki düğün salonu görünümlü tam olarak ne olduğunu halen bilemediğimiz yere veya daha sonraları kültür merkezi niyetine kurulan yahut adından dolayı bize öyle gelen binaya tiyatro oyunları gelmiş ve gidip seyretmişliğimiz vardır. Böylece tiyatro ile tanışmışızdır. Ama en çok, lisedeyken sosyal bilimler bölümünde okumam tiyatro metinleri, daha doğrusu tiyatro ile ilgili bilgiye sahip olmamı sağlamıştır.

Zaman geçti, büyüdüm yahut büyüdüğümü sandım, köprüler gördüm ve köprülerin altından nice suların aktığına tanıklık ettim. Evden uçunca kuş misali, oyunlara filmlere gitmeye başladım hatta öyle ki ilk başlarda kendimi pek önemli bir şahsiyet gibi hissederdim o tiyatro salonlarında. O dönem İstanbul'da yaşıyor olmanın kendimce en iyi nimetlerinden faydalandım yani.  E tabi o zamanlar çalışıyoruz ya hafta sonu sinemaymış, konsermiş tiyatroymuş nereye olursa olsun gitmek kolay. Özel tiyatro, şehir tiyatrosu fark etmiyor. Fark ettiğimde zaten işi bırakıp okula başladığım zamanlardı ki, bunda en büyük paya sahip kişi drama hocam sevgili Burcu Salihoğlu'nun "dayatma" ile de olsa emeği büyüktür. Dayatma diyorum zira, kıskanç ve açgözlü akrabalara rağmen işten çıkıp daha doğrusu işsiz kalıp vakıf üniversitesine gitme aptallığında bulunmuşum. Ev kirası, faturalar ay sonu ödenmesi gereken okulun taksitleri....
 Böyle bir dönemde yani beş kuruşsuz olduğum bir dönemde Burcu Hoca ödev verdi ama şart koştu illede şehir tiyatrosuna gideceksiniz diye... Oyunu seyredip notlar alacak değerlendirme vb yapacak sonrada bizde bıraktığı bir nevi subjektir değerlendirmeyi yapacaktık. Ödev güzeldi güzel olmasına da arkadaş bende yol parası bile yoktu. Neyse ki, şansım açıldı bir şekilde oyuna gittim. İlk başta hocanın arkasından konuşmuştuk bazı arkadaşlar özel tiyatrolara gidiyorlardı ve seyrettikleri o oyunlardan birini ödev olarak sunmak istiyordu, kimi de benimle benzer durumdaydı tabii biz sesimizi çıkarmıyorduk. aramızdan birinin tecavüz kaçınılmazsa dediğini hatırlıyorum. (bu arada bu cümlenin manasını halen daha çözemedim hangi tecavüzcü coşkun zihniyetli üretti hadi üretilmiş kadınlar ne demeye kullanıyor anlamıyorum) ortak fikrimiz hocaya çamur atmak oldu: tabii kendisi şehir tiyatrolarında oynamış ya torpil yapıyor!!! Hay zihniyetime, daha da hay olur olmadık açılan çenemin o gün mal gibi kapanmasına küseyim öylece baktım konuşmalara. Aman efendim neyse öyle ya da böyle gittimdi hatta o oyun Kırmızı Pazartesi idi. O günden sonra şehir tiyatroları bi büyüdü, bi kutsandı gönlümde ve zihnimde anlatamam. gerçi sonradan Okan Bayülgen kanal d'de iken programına telefonla bağlanıp böyle benim gibi atıp tutan birine kızmıştı: "sen hiç öğrenciyim param yok oyunu seyretmeye geldim dedinde özel tiyatronun kapısından kovuldun mu?" diye. böylece kıt kanaat oyun çıkarmaya çalışan özel tiyatrolarında zaman zaman tölerans gösterebildiğini öğrenmiş oldumdu. Bu arada bunu öğrendiğimde yaşım 26 veya 27 idi. Kendimden utanayım mı, kızayım mı, şu anki halimi riyakarlık olarak mı değerlendireyim bilmiyorum. Ama ben bu gerçeği bir kaç yıl önce öğrendim. İşte o Kırmızı Pazartesi miladım oldu diyebilirim. O günden sonra da daha önce Sen Riyakar Seyirci Ben Hırsız başlığı altında yazdığım gibi pek çok yolu kullanarak oyunlara gittim. Ve şimdi birileri çıktı daldan düşer gibi, git gardaş diyor sanata, sanatçıya ve seyirciye...

Ha şimdi bana diyeceksin ki ne güzel gidiyorsun işte neyine laf ediyorsun?
Evet laf ediyorum zira önüme gelen oyuna gitme hakkım olsada insanların emeğine tecavüz etme hakkım yok!!!
Evet laf ediyorum zira özel tiyatroların önüne gelen parasız öğrenciye buyur gel deme gibi bir lüksü yok!!!
Evet laf ediyorum zira bu özel tiyatro şehir tiyatrosu düellosu değil!!!
Evet laf ediyorum zira biz bir halk kültüründen bahsediyoruz!!!
Evet laf ediyorum zira sanattan yoksun bir halk kendinden de yoksundur!!!
Evet laf ediyorum zira şu an Sinop'ta yaşıyorum 29 yıl sonra İstanbul dışında yaşamak farklı kültürel değerlerin ulaşılabilirliğinin değerini insanın suratına yumruk atarak öğretiyor!!!
Evet laf ediyorum zira halen işsiz bir öğrenciyim!!!
Evet laf ediyorum zira sanatçıya "sen kim oluyorsun" diyen bir ahlaki zihniyete sahip değilim!!!
Evet laf ediyorum zira apolitiğim. sanatın siyasetçinin kötü kullanım için hazırlanmış malzemesi olamayacak kadar değerli olduğunu inanıyorum!!!
Evet laf ediyorum zira bu ülkede tiyatro sahnesine çıkabilmek için ailesince reddedilmiş bir kadının yaşamış olduğunu biliyorum!!!
Evet laf ediyorum zira tiyatro seyretmeye hakkım olduğunu biliyorum!!!
Evet laf ediyorum zira tiyatro seyretme hakkımın elimden alınmasına tahammül edemiyorum!!!
Evet laf ediyorum zira ben SEYİRCİYİM
Evet laf ediyorum zira........
Daha bir çok neden yüzünden laf ediyorum. cebimdeki 12 lira özel tiyatroya yetmediği ve kendime acıyarak salından çıkmak zorunda kaldığım için laf ediyorum. ve bunun için özel tiyatrolara kızmanın manasızlığını ve mantıksızlığını bildiğim için laf ediyorum!!!

Özür dilerim şu an çok üzgünüm, çok çaresiz ve çok öfkeliyim çünkü,  sanki bedenimden çocuğumu koparıyorlar o kadar kanatıyor o kadar hırpalıyor o kadar üzüyorlar... Ben bu satırları yazarken bir saattir tarih 1 mayıs'ı gösteriyor bu sebeple   #sehirtiyatrolariyokdilemez demenin gerekliliğine inanıyorum 

27 Nisan 2012 Cuma

Gitmeleri Düşündüm Sonra

Her gelen gitti öyle ya da böyle
Her gelenden gittim öyle ya da böyle
Ama görünen o ki çok fazla izin verdim gitmelere hem de gelmelerden daha çok... Daha salakça ve fütursuzca... Besmelesiz bir kapı çarpma yaşadı her seferinde zihnim kendiliğinden ve en başta sonra yaptı bedenim tüm hoyratlığıyla eylemlerini. Öyle bomboş öyle dangalak öyle abuk ve bir hepsinin toplamı kadar hızlı, atik kırıcı...

Gidenleri düşündüm az evvel, kayıpları, sormadan, izin almadan, bir çırpıda aniden yaşamımdan gidenleri. Ve zaten gidecekleri daha ilk merhabada aleni belli olanları. Bedenim yanındayken ruhumun - zihnimin dünyanın her bi yanını devr-i alem ettiklerini ve daha nicelerini.... İlk ayrılığı sanırım 4 yaşında yaşamıştım. 14-15 yaşlarında osman'ın annesi ölmüştü. Havanın rengi griydi ve çok rüzgarlı bir gündü neyin nesiyse ortalık inanılmaz sessizdi diye hatırlıyorum bu gün kimse yokmuş lan cenazede bunların kimsesi o zamanlarda mı yoktu dediğim cenazenin kalabalığını hatırlıyorum bir de Osman'nın tek başına o meşhur gri ceketle yolda yürürken annemle karşılaşmamızı. Annem gel bize gidelim demişti hiç ses etmedi boynunu yere eğdi yürüdü.Ogünden sonra hep gri bir ceketle yürüdü durmadan yürüdü. Bıyıkları ve sakalı oldu. güneş yanığı bir teni kilosu ve boyu oldu gri ceketi darlaştı günün birinde ceketini değiştirdi ama hep yürüdü son 6-7 yıldır hiç görmedim söylentiye göre karlı bir gün belediye görevlileri götürmüş. Nereye kime kimsenin haberi yok. Böyle bir kalabalığı annemin dayısı öldüğünde gördüm. karlı bir gündü Samsun'a götürmüşlerdi bizi teyzem ve yengemle bırakıp... Sonra yengemin babasını, komşunun annesi, arkadaşımın abisini, arkadaşımı. tek başlarına gördüğüm insanları bir avuç insan yolcu ediyordu hep. her ölüm her ölen anne ve duyduğum bebek ölümleri beni annemden ve babamdan uzaklaştırdı. Diğerlerine yani annesi ve babası olmayanlara haksızlık ettiğim düşüncesi anne ve babadan uzak kalınca azalıyor sanırdım. Lisedeyken bir arkadaşım oldu annesi ölmüştü benden başka bilen yoktu. Oyılın anneler günü kızın o halini görünce ilk kez söz verdim bir daha anneler günü kutlamayacağım diye halende kutlamam.

arkadaşlar, sevgililer, dostlar, komşular kimler girmedi ki ucundan bucağından kaç kişi doldurmadı ki zihnimi kimbilir kaç kişinin zihnini meşgul ettim. Sanırım en çok eşyalarla konuştum her taşındığım evde eski duvarlara, fayanslara ihanet ettiğimi hissettim özür diledim garip bir şizofrenlikle kiminde duvarın boyası, kiminde kalebodurun rengi kiminde evin tamamının arkadaşı sırdaşı oluverdim. her ayrılışımda son kez kapıya gelip içimden vedalaştım aynı şizofren salaklıkla...

Her ayrılık, her ölüm, her taşınma yeni kararlar verdirdi. eski k0omşulara, eski tanıdıklara, eski arkadaşlara, eski öğretmenlere daha vefalı davranma kararları... Yeni komşuların, yeni tanıdıkların, yeni arkadaşların, yeni öğretmenlerin yeni ne varsa yani hepsinin, kıymetini daha iyi bilmeyi, hepsinde ve hepimizde yeni evrakalar yaratmayı, her insanın bir evren olduğu gerçeğinden faydalanmayı öğretti. Bu öğrenişler hep sona yakınken- yaklaşmışken oluverdi. Ayrılık gelip çetmışken arttı da arttı şu zıkkımın dibi hissler ve kararlar yeni yerlere yeni insanlara alışmak yeni evrenler yaratmak hep başka baharlara kaldı. ya da başka baharlar gizli özne oluverdi.

Aman ne bileyim işte bunları düşünüyorum ya acaba diyorum yine mi bir gitmeler kapıda? var var birşeylere zil çalıyor sanki ya dur hadi hayırlısı...

Güle güle

17 Nisan 2012 Salı

Şans Üzerine Bir Yazı (çalıntıdır)

Şu an Muhallebi Kralı'nı seyrediyorum kendimi hep dünyanın en şanslı insanı allah'ın en sevgili, biricik kulu niteledim. yaşamıma tanık olanlar "nedensiz" bir biçimde bu düşünceme veyahut inancımı "nedensiz" ve anlamsız buldu. Geçen yıl ilk kez okuduğum ve yazarını bilmediğim internette her an her yerde karşımıza çıkması kuvvetle muhtemel aşağıda ki yazıya burada da yer vermek istedim.

Neden bazı insanlar inanılmaz derecede şanslı iken,diğerleri hakettikleriolanaklara asla sahip olamazlar?
Bir psikolog,yanıtı buldugunu söylüyor;
10 yıl önce şansı araştırmaya başladım.neden bazı insanların hep doğru zamanda doğru yerde oldugunu ,diğerlerinin ise sürekli olarak şanssızlıklarla boğuştugunu merak ediyordum.ulusal gazetelere ilan vererek kendilerini her zaman şanslı ya da ş anssız hisseden insanların benimle temasa geçmelerini rica ettim.
Yüzlerce sıradışı erkek ve kadın araştırmam için gönüllü oldu.yıllar boyunca onlarla söyleşiler yaptım,yaşamlarını gözlemledim ve deneylere katılmalarını sağladım. Sonuçlar gösteriyor ki insanlar neden şanslı ya da şanssız olduklarını tam olarak bilemeseler de düşünceleri ve davranışları bu durumu büyük ölçüde açıklıyor.bir şans ya da bir fırsat gibi görünen durumları düşünelim.şanslı insanların bu tür fırsatlarla sürekli karşılaşmalarına karşılık şanssız insanlar bunlarla hiç karşılaş mazlar.bu durumun insanların söz konusu fırsatları fark etme yetenekleri arasındaki farklılıklardan mı kaynaklandıgını bulmak için basit bir deney yaptım.Hem şanslı hem de şanssız insanlara bir gazete verdim ve onlardan gazeteyi iyice inceleyip içinde ne kadar fotoğraf oldugunu bana söylemelerini istedim. Gazetenin ortalarında bir yere üzerinde şu not yazılı olan büyük bir mesaj yerleştirdim. Deney görevlisine bunu gördüğ ünüzü söyleyin 250 dolar kazanınbu mesaj sayfanın yarısını kaplıyordu ve yüksekliği 5 cm in üzerinde olan bir fontla yazılmıştı. Herkesin yüzünü sabit bakışlarla süzüyordum şanssız insanlar bunu fark edemezlerken sanslı insanlar hemen farkettiler.. Şanssız insanlar genel olarak şanslı insanlardan daha gergindirler.bu endişeli ruh hali beklenmeyeni fark etme yeteneklerine zarar verir. Sonuç olarak fırsatları kaçırırlar çünkü başka bir şeyi aramaya aşırı odaklanmışlardır.partilere,mükemmel eşlerini bulma düşüncesiyle giderler.bu yüzden de iyi arkadaşlar edinme fırsatlarını kaçırırlar.belli iş ilanlarını bulmaya kararlı bir biçimde gazeteleri incelerler ve diğer iş olanaklarını kaçırırlar. Ş anslı insanlar daha rahat ve açıktırlar.dolayısıyle yalnızca aradıklarını degil orada ne oldugunu da görürler.
Araştırmam sonuç olarak ş unu gösterdi...
Şanslı insanlar 4 ilke sayesinde şanslarını yaratırlar. şans fırsatlarını yaratma ve farketme konusunda beceriklidirler.sezgilerini dinleyerek şanslı kararlar verebilirler.olumlu beklentiler sayesinde doğru çıkan tahminlerde bulunurlar.şanssızlıgı şansa dönüştüren esnek bir yaklaşım benimserler.çalışmanın sonuna doğru bu ilkelerin şansı yaratmada kullanılıp kullanılamıyacagını merak ettim.bir grup gönüllüden bir ay boyunca şanslı bir insan gibi düş ünüp davranmaya yardımcı olacak egzersizler yapmasını istedim.
Çarpıcı sonuçlar; bu egzersizler şans fırsatlarını fark etmeleri,sezgilerini dinlemeleri,şanslı olmayı ummaları ve şanssızlıga karşı daha esnek olmalarında onlara yardımcı oldu.gönüllüler 1 ay sonra döndü ve neler oldugunu anlattılar.sonuçlar çarpıcıydı.bu insanların %80 i artık daha mutluydu,yaşamında daha çok tatmin oluyordu ve belki de en önemlisi daha şanslıydı.sonuç olarak asla akla gelmeyecek şans faktörünü bulmuş tum.Aşagıda profesör wiseman ın şanslı olmak için önerdiğ i 4 temel ipucu bulunuyor...
1-içsel sezgilerinizi dinleyin,normalde doğ ru çıkarlar
2-yeni deneyimlere ve normal rutininizi bozmaya açık olun.
3-hergün bir kaç dakikanızı iyi giden ş eyleri hatırlayarak geçirin
4-önemli bir toplantı ya da telefon görüşmesi öncesinde kendinizi şanslı olarak hayal edin. Şans çogu zaman doğru çıkan bir tahmindir.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Taksitgen Yaşamlar

Geçenlerde bir beyaz eşya mağazasına gittim öyle saf saf eşyalara bakarken nereden aklıma geldiyse kredi kartı kullanmayanlara da taksit yapıyor musunuz? diyiverdim. Adam suratıma manasızca baktıktan birkaç saniye sonra "yok abla sadece kredi kartı" dedi. nereye gitsem sigaraya bile bilmem ne kadar taksit yapacakları potansiyelini hunharca sergileyen esnaf milleti birazda kendilerini garantiye almak için olsa gerek kredi kartın yoksa nefes alman günahtır diyip bir de cama tabelasını asacak o derece yani!!! gıcıklık o ya bu ara sırf bu sebeple kuruyemişçiye bile gitsem kendisine sahip olmadığım halde kart muhabbetine girmeye başladım.

bu hadisenin akabinde Dünya Tiyatrolar Günü münasebetiyle Nedim Saban'ın kendi bloğunda ki yazısına takıldı gözüm; 12 Taksitte Tiyatro Günü Yazısı ... yazıyı okudukça papatya tarlasında kırmızı gelincik bulmuş gibi oluyordum zira, bu kadar olur, cuk oturdu gibi kelamlar ettiğimin farkındaydım.

Aslında demem o ki; yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz içecekler, kullandığımız eşyalar, kıyafetler, arabamızda ki benzin o-bu-şu ne varsa yaşamda yaşama dair öyle ya da en az bir adet kart yüzü görmüş dahası kart vesilesi ile sahip olunmuş aslına bakarsan kartsız bir hiç olan ve kartın borcu ay sonu bankaya ödenmeden asla senin olmayan belkide çoktan sindirim sistemine devrettiğin ne varsa hiçbiri senin değil!!! Senin olmayan ve üstüne üstlük yıl sonu bilmem ne kadar "kart parası" ödediğin o dikdörtgene ait.

bir kredi kartına taksit klasiği
2008'den beri kart kullanmıyorum. 2008'den beri cüzdanımda lidyalılar eseri olmadan ekmek dahi alamıyorum. Pek hoşlanmadığım ve ölümüne bir korkuya sebep olan taksitlendirme işlemini nadiren olsa yapmışlığım vardır. O dönemlerde senet imzalardık hatta senete bile gerek duymayan yerler vardı. Mobilya, beyaz eşya gibi gereçler böylece temin edilmiş olurdu. Senin "sana ait olmayan paranın" limiti sorgulanmazdı, bunun karşılığında senden güvenlik gerekçesiyle şifre yahut imza isteyen olmazdı. hatta bazen sadece sözün kafi gelirdi. Ha tamam zaman değişti, gereksiz bir eskiye özlemin hatta yaşamı zorlaştıran durumların anılmasına gerek yok amenna... gelgör ki Sen gidip markete sigarayı bile o salak küçük dikdörtgenle, bilmem ne kadar takside alıyorsan hatta o sigaraya ulaşma imkanın bazen sırf bu yöntem oluyorsa o zaman ciddi bir değişim var demektir.

Taksitle Kiralık Yaşamlar

Seviyoruz, aşık oluyoruz, tapıyoruz... Yahut hiçbir şey yapmıyoruz. Yalnızca medet umuyoruz, ölümüne kıskanıyoruz, cebelleşiyoruz özeniyoruz.... onu ediyoruz bunu ediyoruz. Birşeyleri doyurmaya çalışıyoruz da neyi doyurma derdine düştüğümüzü bilmiyoruz.
Sevgiliye, taksitle bir buket çiçek
Anneye-babaya, taksitle bir çorap
Arkadaşa, taksitle bir hamburger
Değer verdiklerimize, taksitle minik bir hediye
Evlenmek, taksitle
Ayrılmak, taksitle
Çocuğumuza, taksitle bayramlık, okul üniforması
Evimiz taksit, evin içindekiler taksit
Okuduğumuz kitap, tasit
ayağındaki çorap, kıçındaki don taksit
Faturalar bile taksit
Yediğimiz yemek taksit, yanında su bile taksit
Arabana benzin taksit
Doğduğunda hastane masrafı taksit, öldüğünde toprak taksit
Kısaca güzel insan, geçti o bedava yaşıyoruz devirleri... Devir taksit devri. Haa o da kredi kartın varsa.... Okartı uzat bilmem ne kadar taksite böldür, ay sonu ekstreyi elin titreyerek incele, önceleri bankanın "kıymetli" müşterisi ol, birkaç ay ödeme "sayın" müşteri kıvamına gel hatta dava dava mahkemelerde sürün ve akabinde "bu yaşam benim" De.. Afedersin sen hangi yaşamdan bahsediyorsun? Yaşamının olduğuna inancın nereden geliyor? bu güvenin sebebi ne? Sen aldığın donun bile parasının bilmem kaçıncı taksidini ıkına ıkına ay sonu ancak ödeyebilirken gerçekten bir yaşamın olduğunu mu sanıyorsun?