Benim çocukluğumun geçtiği yer, İstanbul'un küçük ve geri kalmış bir balıkçı köyüydü. Yer yer bataklık olan yerlerini hatırlıyorum. Sazlıklar, gelincik tarlaları, büyük ve küçükbaş hayvanlarda vardı. Hiç hayvanımız olmadı tavuk ve horoz hariç ama inek koyun keçi gibi hayvaların bakımından az çok anlarım bu sebeple. Hastaneye gitmek için Göztepe'ye alışveriş için Pendik yahut Salı Pazarı'na gidilirdi. Tren vazgeçilmez bir zaruriyet aracıydı. Anneler bebeklerini bebe arabasında gezdirirken dikkatli olmak zorundaydı zira tekerlekler her an çamura batabilirdi. Ayakkabılarımız kendini gösterirdi çamurdan nasibini almış halde. Herkes birbirini tanırdı, öyle kapı kilitlemek bir yana dursun kapı doğru düzgün kapalı bile olmazdı. envai çeşit meyve ağaçları vardı. İnsanların bir bölümü kendi köylerinden bu köye göç edip geldikleri köyün geleneklerini de yanında getirmiş olsa da şimdi ki kadar çok fark edilmezdi Erzincanlılar, Samsunlar, Tokatlılar mahallesi gibi mahalleler olduğunu hatırlıyorum. Köyümüzün asıl yerlileri nüfus mübadelesi ile Selanik'ten göçmek durumunda kalmış olanlardı. Onlar, balıkçılık yapardı. çoğunun arazisi olduğu için zamanla müteahhitlere yenik düştüler ayrı mesele. Öyle güzeldi herkesin birbirini tanıması kokrmak-kaybolmak gibi kavramları bilmezdik. Ha evet korkmak kavramı vardı zira kızlar erkek arkadaş mevzusunda biraz daha dikkatli davranmak durumunda olurdu çünkü.
O dönemlerden en çok yaz gelince ağaçlardan meyve aşırma operasyonlarımızı heyecanlı bulurum. bir de inşaattan kuma atlama yarışlarını. O kadar bögürtlen varken biz inatla elalemin ağacını yolardık. bu da ayrı bir heyecan ve açlık tabii.
İlk kez o yıllarda öğrendim hatta içine doğdum anason kokusunu...
Balıkçı köyü olunca apayrı kokular öyle her yerde her zaman karşılaşmayacağınız samimi ve insanın zihnine yerleşen kokularla büyümek farklı olmuyor. Sahil boyu balık kokusu ile rakı kokusu nasıl yarışırdı? pazarlarımıza bile girerdi bu anason yoğunluğu. muhabbetler, dinlenen müzikler, gülüşmeler ve hüzünler hep anason kokulu olurdu. Sofralar ayrı güzel döşenirdi. istediğin sofraya otururdun. Ayıplar ve günahlar farklı terazilerde tartılıyor gibiydi. Kadın kısmı da konuşurdu bu sofralarda, kız kısmının okuması da pek mahbul sayılırdı. Muhabbetin beli öyle bir kırılırdı ki sanırsın bir daha toparlanmayacak. hele kavgalar tartışmalar çok komik olurdu. İlk başta tırsardınız çocuksanız kavgaya tanık olan ama sonra kıkır kıkıe gülerdiniz. Hayır bilirdiniz ki sesiniz duyulursa size de sataşacak biri çıkar. Ayaklargenelde çıplak olurdu, ne giydiğinizin önemi yoktu. Bizbize bir birliktelik, bizbize bir mutluluk olurdu. Sofrada rakı varsa herkes dolabından bulduğunu getirebilirdi. PĞaylaşmak güzel şeydi ve birileri oldu ki dolabından birşey gtirmedi bu kişi cimri demek değildi. Çaktırmadan dolabı da doldurulurdu elbet.
İşte kuzucuk bu sebeple sana anason demeyi uygun görüyorum. Biraz samimiyet, biraz hüzün ve sevinç, biraz geçmiş, biraz gelecek, çocukluğum ve yetişkinliğim onlar ve onlarda ki ben-ben ve bende ki onlar için bir iç hesaplaşma olduğunu say hepsini rahat rahat dökmek için hem biliyor musun heybemde daha çok anlatacak var. kızgınlıklarım, kırgınlıklarım sen ben ve diğerleri. Belkide bu riyakarlık takıntım o günlerin armağanı. yani o günleri bu günlere adapte edemeyişim, uyum sağlayamayışım. burada Piaget amcam ne diyorsa o aslında.
veee bu yüzden Zakkum'un söylediği Anason şarkısına bu kadar bağlanmam ben demem. İyi dinlemeler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder